Sanayileşmenin öncülüğünü yapan Batı Avrupa, aynı zamanda bu sanayileşmenin çevreye verdiği zararları da en yakından deneyimleyen bölge oldu. Bu nedenle, çevre hareketlerinin temelleri de burada atıldı. Böylelikle sanayileşme ile birlikte çevreye verilen zararın temizlenebilmesindeki zorluk, toplumsal hafızada kendisine önemli bir yer buldu. Bu sayede çevreyi ön plana çıkaran partilerin, kendilerine mecliste yer bulabilmeleri daha kolay gerçekleşti. Çevre problemlerine hassas bakış açısı, politik ana akıma yerleştikten sonra, sıra bu bakışı tüm uluslararası ilişkilerin temeline oturtmaya geldi. Bugün dünya politikasında, finans odaklı bakışın hızla çevreye saygılı finansa evrildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemi neyin takip edeceğini söyleyebilmek kolay değil ancak bugün gerçekleşen değişimleri ve temellerini anlayabilmek çok da zor değil.
Avrupa’da tüketilen her tür mal ve hizmet için aynı üretim koşullarında üretilme zorunluluğu getirildi.
Avrupa Birliği, son otuz sene içinde sanayi üretimini çevreye saygılı olmaya zorladı. Avrupa Birliği içinde üretim yapan çoğu kuruluş, çözümü üretim koşullarının Birlik kadar sıkı olmadığı bölgelere doğru üretimlerini kaydırmakta buldu. Avrupa Birliği içinde yapılan çalışmalar, çevreye zarar veren üretimlerin kısmen yerel etkileri olsa da çoğu zararlı etkilerinin küresel çapta olduğunu ortaya koydu. Özellikle 2009’da Stockholm Resilience Center önderliğinde yapılan bir çalışma, insanlığın her geçen gün gezegenin çevresel sınırlarını zorladığını ve bu sınırlara saygı duyulmadığı müddetçe sürdürülebilir bir yaşam sürmenin kısa süre içinde zorlaşacağını ortaya koydu. Bu çalışma, 2012’de hazırlığı başlayan Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın da Paris İklim Anlaşması’nın da temellerini oluşturdu. Yalnız Avrupa Birliği içinde gezegenin sınırlarına uygun biçimde yapılan üretimin iki önemli sorunu hızla ortaya çıktı. Öncelikle her alanda daha az su, daha az kimyasal, daha az enerji ve daha az arazi kullanılarak yapılan üretim sonunda doğaya daha az atık salınması; üretim maliyetlerinin de önemli oranda artmasına yol açtı. Öte yandan Avrupa dışında aynı üretimler benzer kısıtlamalarla yapılmadığından, Avrupa’ya ihraç edilen ürünlerde zararlı bir içerik bulunmasa da hem daha ucuza üretildiler hem de üretildikleri bölgeleri kirlettiler. Bu ticaret şekli, Avrupa’nın cüzdanında ve vicdanında yara açmaya başladı. Bu iki unsurun birleşmesi ise Avrupa Birliği (AB) Yeşil Mutabakatı adı verilen yeni üretim ve ticaret sistemini doğurdu. Artık Avrupa’da tüketilen her tür mal ve hizmet için aynı üretim koşullarında üretilme zorunluluğu getirildi. Bugüne kadar ülkemizde yapılan üretimde iki temel unsura dikkat ediliyordu: “Avrupa, bu malları kabul eder mi?” ve “Bakanlık, üretimde bu malzemeleri kullanmamıza izin veriyor mu?” Yani, ürünün içeriğinde yasaklı bir madde yoksa, bakanlık da üretimde kullanılan her şeye izin vermişse üreticimiz açısından bir sorun yoktu. Yeşil Mutabakat ile ise bu üretim biçimi hızla değişecek. Sadece ihraç edilen malın içinde bazı maddelerin bulunmamasının ötesinde, bu maddelerin üretimin hiçbir aşamasında da kullanılmaması gerekecek. Hatta bunun da ötesinde çalışanların sağlık sigortasından çocuklarının eğitimine kadar Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları başlığı altında yer alan tüm noktalara çok daha fazla özen gösterilmesi gerekecek. Kısacası, Avrupa Birliği’ne ihracat yapmayı uman üretici, üretimini Türkiye’deki değil Avrupa Birliği’ndeki kurallar ile yapmak zorunda kalacak. Konu, burada da bitmiyor. Dünya Ekonomik Forumu toplantılarından önce Küresel Riskler Raporu yayımlanır. Bu rapor, paranın önündeki en büyük riskleri belirlemek ve eğer mümkünse bu risklere takılmayan bir yol çizmek amacı güder. Son senelerde bu raporun belirlediği risklerin neredeyse tamamı (kısa dönemde oluşan pandeminin önemi hariç) çevresel sorunlardan oluşmaktadır. Para, artık çevresel risklerden doğabilecek hasarlardan fazlasıyla çekinmektedir. Finansal sürdürülebilirlik açısından bakıldığında da bu risklerin en aza indirilmesi ancak yukarıda sözünü ettiğim “gezegenin sınırlarına saygılı üretim yapılmasıyla” mümkündür. Bu raporu hazırlamış olan bilim insanları, bugün Davos’un en önemli misafirleri olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla ülkemizde bilindiği şekliyle Yeşil Mutabakat = Sınırda Karbon Vergisi değildir. Yeşil Mutabakat, sera gazı salımlarını kontrol altına almayı da içeren çok sayıda çevre koruma tedbirini kapsayan bir çerçevedir. Bu çerçevenin en acil ele alınması gereken köşesi iklim krizi olduğundan bugün için Sınırda Karbon Vergisi gibi bir düzenlemeden söz edilmektedir. Oysa Yeşil Mutabakat çerçevesinde, 2030 yılına kadar diğer çevresel problemlere eğilen kurallar da yürürlüğe girecektir. İhracat açısından bakıldığında, Avrupa Birliği’nde uygulanan çevresel kuralların üretimimize yansıtılması akıllıca bir ilk adım olacaktır. Bugün için Avrupa Birliği Yeşil Mutabakatı’nın ticarete getireceği sınırların uygulanması, Dünya Ticaret Örgütü kuralları ile çelişmektedir. Sermaye ise artık bu sınırlara dikkat edilmemesinin yaratacağı risklerin bilincindedir. Bundan dolayı da kısa vadede Avrupa Birliği’nin koyacağı kuralların, küresel ticarete yayılarak bir temel oluşturması beklenmelidir. Uluslararası üretim ve ticaretin sadece Avrupa Birliği çerçevesinde değil, tüm taraflarca benimsenmiş çevresel koruma kuralları çerçevesinde yapılmasının en geç 2030 yılına kadar kurallaştırılması beklenmektedir. Ülkemizde de sürdürülebilir üretim bağlamında atılması gereken ilk adım, tüm üretim basamaklarının en kısa zamanda kayıt altına alınmasıdır. Eğer biz bugünden ürettiğimiz her ürünün yaşam döngü analizi konusunda bir fikir sahibi olmazsak, başkaları karşımıza dikilerek bizden bu konuda bilgi talep edecek. Ayrıca unutmayalım, üretimi iyileştirmenin başlangıç noktası neyi, nasıl ürettiğimizi tam olarak bilmek ile başlar.