Global uygarlığımızın şu anda içinde bulunduğu “çağa” bir isim verecek olsaydınız, bu ne olurdu? Bunu cidden bir düşünün. Bulunduğumuz noktada dünya çapında orman yangınları, kasırgalar ve Karadeniz’den Kara Orman’a ve ötesine uzanan sel baskınları arasında 21. yüzyılın ilk çeyreğini geride bırakıyoruz. Amansız bir salgının varyantları Yunan alfabesinin sırasıyla ilerliyor. Ve 80 milyondan fazla mülteciden oluşan küresel bir kriz kapımızdayken, Afganistan şimdi sadece çaresizliğin en yeni merkez üssü. Türkiye bu dertleri ve diğerlerini çok iyi tanıyor.
“Çağımıza” bir isim vermeliyiz. Bundan bir ya da iki yüzyıl sonra tarihçiler, yaşadığımız bu ana bir “çağ” adı vereceklerdir. Öyleyse neden onlardan önce davranmıyoruz?
15. yüzyıldaki Keşifler Çağı’nın ihtişamı ile rekabet edebilir miyiz? 17. yüzyıldaki Yelken Çağı’nın ruhuna ya da 18. yüzyıldaki Aydınlanma Çağı’nın vaadine ayak uydurabilir miyiz? 19. yüzyılın başlarındaki Sanayi Devrimi’nin disiplinini veya 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kısa bir süre çiçek açan Altın Çağ’ın yaşama sevincini çağırabilir miyiz? Şu anki “çağımızın”, bizi o yüzyılın son yarısını hızla karakterize edenlerden çok daha hızlı bir şekilde sarmalayacağını biliyoruz. Soğuk Savaş Çağı, Uzay Çağı, Bilgi Çağı ve Terörle Savaş Çağı neredeyse bir gecede ortaya çıktı. Ancak bu yeni “çağ” daha da büyük bir hızla gelecek. Aslında, hâlâ isimsiz olsa dahi, zaten geldi bile.
Şu anda tatminkar olabilecek tek isim İkilemler Çağı olacaktır. Elden ne gelir? 17. yüzyıldan beri siyasi örgütlenme araçlarımız olan ulus devletler, global karşılıklı bağımlılık esnasında bağımsız egemenliğin anlamsız olduğu bir zamanda giderek daha fazla işlevsiz hâle geliyor. İronik olarak, teknolojinin bilgiyi anında yaydığı bir zamanda, internetten doğan yeni araçlar bilim karşıtlığını, iklim değişikliği inkarını ve dezenformasyonu eşit hızla yayıyor. 2020 yılı kayıtlara geçen en sıcak yıldı; 2021 hâlen onu da geçebilir. Herkes “Ne yapabiliriz?” diye soruyorken hükümetler ortaya çıkan zorluklar karşısında giderek daha aciz hâle geliyor; eğitim cehalete karşı durmayı başaramıyor ve hepimiz çocuklarımızın ve torunlarımızın nasıl bir dünyada yaşayacaklarını merak ediyoruz..
Ancak tüm bu sorular nihayetinde tek bir soruya dönüşüyor: İkilemler Çağı’nı, Sürdürülebilirlik Çağı’na nasıl dönüştürebiliriz? Bu tek sorunun gerçekten tek bir cevabı var: Ticaret ve ticari kurumlar. Parlamentolarda, medyada ve kahvehanelerdeki yorucu tartışmalar için sabrı olmayan, hızlı hareket eden ve düşünen girişimciler. Bu öneri genel kanıya aykırı görünüyor. Ne de olsa doğayı betonla kaplayan, nehirleri kurutan, atmosferi karbonla dolduran ticaretin açgözlülüğü ve hırsı değil mi? Pek tabii. Ancak zor olan, kapitalizmin kendisinden kurtulmak değil, onu yeniden icat etmektir. Bu, yaklaşık 30 yıl önce başarılı bir girişimci ve iş insanı olan Paul Hawken tarafından 1993 yılında “Ticaretin Ekolojisi – Bir Sürdürülebilirlik Bildirgesi” adlı kitabında ortaya atılan, sürdürülebilirliğin kaçınılmazlığı zemininde gelişmekte olan bir argümandır. Hawken için bu, ticari piyasayı, üretim ahlakını nasıl tasarladığımız ve yönettiğimiz meselesidir.
“Kalıcı bir toplum yaratmak için, her bir eylemin doğası gereği sürdürülebilir ve onarıcı olduğu bir ticaret ve üretim sistemine ihtiyacımız olacak.” diye yazdı. “İşletmenin sürdürülebilir bir ticaret yöntemi yaratmak için ekonomik, biyolojik ve insana ilişkin sistemleri kendine entegre etmesi gerekecek.”
Ve 1993’te şöyle yazdı: “Nasıl bir sanayi toplumundaki her eylem, niyetten bağımsız olarak çevresel bozulmaya yol açıyorsa, bunun tersinin doğru olduğu bir sistem tasarlamalıyız. Doğal, gündelik, iş ve yaşam eylemlerinin bilinçli bir özgecilik meselesi olmak yerine bir rota dâhilinde biriktiği daha iyi bir dünya.” Hawken, otuz yıl önce bu sürdürülebilir iş dünyasının geleceğini ilk kez hayal etmeye başladığından beri bizi umudun “bilinçli özgecilik”te yattığı bir gerçeklikten, umudun “bilinçli kapitalizmde” bulunabileceği bir gerçekliğe doğru yaklaştıracak çok şey yaşandı. Hawken kitabını kaleme aldığında bu ikinci terim henüz yoktu. Ancak son on yıl civarında girişimcilerin enerjisini ve yaratıcılığını cezbeden, aciz hükümetlerden gözden kaçırdığı çözümlerin peşinde koşan bir hareket hâline geldi. Bu, işletmenin sorumluluğunun sadece hissedarlar için kârı maksimize etmek değil de hissedarlara, müşterilere, tüketicilere ve genel olarak topluma faydayı maksimize etmek olduğu fikridir. Aslında, hareketin bir yan ürünü de kurumsal yönetim kurullarının bu daha büyük toplumsal faydalar tarafından tanımlanan sürdürülebilirliği hesaba katmasını gerektiren “kamu yararına çalışan şirket” oluyor. Amerika’da 35 eyalet, şirketlerin tüzüklerinde sürdürülebilirlik ile bu şekilde örgütlenmesini ve çalışmasını sağlayan yasalar çıkardı. İşletmelerin hem kâr amacı güden hem de kamu yararı yaratan kuruluşlar olarak örgütlenmesini sağlayan yasalar artık Kanada, Kolombiya ve Ekvador’da mevcut. Arjantin, Şili ve Avustralya yasalara dâhil olmak üzere, başka ülkelerde de bu değerlendiriliyor. Sıradaki ülke Türkiye olabilir mi?
Bu yeni çalışma şeklini benimseyen dünya çapında en çok tanınan şirketler arasında Fransa’da Schneider Electric, Danimarka’da yenilenebilir enerji üreticisi Orsted, Latin Amerika’nın en büyük finans kurumu Banco do Brasil, Kanada’nın danışmanlık firması Stantec, ABD’li gıda ve baharat üreticisi McCormick ve sayısız daha küçük şirketler yer alıyor. Biri de Austin, Teksas’ta, benim yaşadığım şehirde bulunan data.world; “Dünyadaki en anlamlı, iş birlikçi ve verimli veri kaynağını yaratmak” misyonuyla bu doğrultuda düzenlenmiştir.
Bunu araştıran bir kaynak da Whole Foods Süpermarket zincirinin kurucusu John Mackey ve Bentley Üniversitesi’nde işletme profesörü olan Rajendra Sisodia tarafından yazılan ve Harvard Business School Press tarafından yayımlanan 2013 tarihli “Bilinçli Kapitalizm” kitabıdır.
Mackey ve Sisodia, “21. yüzyılın ilk yıllarında, doğal kaynaklarımızın sınırlı olduğunun keskin bir şekilde farkına varıyoruz.” diye yazdılar. “Ama aynı zamanda girişimci yaratıcılığımızın bir sınırı olmadığını da anlamaya başlıyoruz. Yaratıcılığımızı kitlesel ölçekte nasıl tezahür ettireceğimizi öğrendiğimizde, yedi milyardan daha çoğumuz çiçek açmaya başladığında ve yaratma gücüne sahip olduğunda, dünyada çözemeyeceğimiz hiçbir sorun, üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir engel olmadığını keşfedeceğiz.”
Endüstriyel Atıkların Yaklaşık Yüzde 70’i Arıtılmadan Nehirlere Boşaltılıyor
Niyetim önümüzdeki sorunların ürkütücü kapsamını küçümsemek değil. Covid-19 salgını resmi rakamlara göre son 18 ayda yaklaşık 5 milyon, resmi olmayan tahminlere göre ise 14 milyon insanı öldürdü. Dünya çapında yaklaşık 350 milyon insan, yükselen deniz seviyeleri nedeniyle önümüzdeki yirmi yıl içinde evlerini terk etmek durumunda kalabilir. Karadaki bitki ve hayvan türlerinin yaklaşık yüzde 60’ı son 40 yılda kayboldu ve deniz ekosistemleri de benzer şekilde ölüyor. Bu yılın ilk dokuz ayında, iklim kaynaklı fırtınalar ve orman yangınları küresel olarak en az 210 milyar dolarlık hasara neden oldu. Gelişmekte olan ülkelerdeki endüstriyel atıkların yaklaşık yüzde 70’i arıtılmadan nehirlere ve göllere boşaltılıyor. Dünya çapında şiddetli çatışmaların sayısı 2010’dan bu yana üç katına çıktı. Siber suçlar ekonomiye yılda 1,5 trilyon dolara mal oluyor. Bunlar İklimler Çağı’ndaki ikilemlerden sadece birkaçı. Ayrıca, Paris İklim Anlaşması’na ve diğer anlaşmalara uymak için mücadele eden dünyadaki ulusal hükümetler de dâhil olmak üzere, hükümetlerin oynaması gereken rolü küçümsemiyorum. Fakat 1979’da iklim değişikliğine ilişkin ilk küresel zirvenin düzenlenmesinden bu yana geçen kırk yılda gördüğümüz gibi ulusal hükümetlerin bu zorluğun üstesinden gelebileceğine dair elde çok az kanıt var.
Gelgelelim, birçoğuna iş dünyasının öncülük ettiği girişimler gerçekten de çözümler sunuyor: 30 dolarlık rüzgâr türbinlerinden 3D baskılı evlere, çok iyileştirilmiş kentsel tasarıma, “Nesnelerin İnterneti” aracılığıyla enerji verimliliği yaratan “akıllı şehirlere,” yoğun kentsel tarıma, sıtmayı ortadan kaldırabilecek genetiği değiştirilmiş sivrisineklere, insanlığın ete olan bağımlılığını ve üretiminin neden olduğu tahribatı azaltmak için geliştirilen yeni bitki bazlı gıdalara dek. “Gerçekçi Umut – Küresel Zorluklarla Yüzleşmek,” yaklaşık 30 araştırmacı tarafından yazılan ve Amsterdam Üniversitesi tarafından 2018 yılında yayımlanan, dünya çapında devam eden girişimler yelpazesini anlatan bir kitabın başlığı.
Yeni ve sürdürülebilir bir küresel ekonomi inşa etmek için dünya çapında toplam 52 milyar dolar değerinde 8 binden fazla yerel işletme ve STK projesi faal durumda. Ulusal hükümetlerin haricinde, yaklaşık 7 bin belediye başkanı “İklim ve Enerji Belediye Başkanları Küresel Sözleşmesi”nin bir parçası. Katkıda bulunan bir başka grup olan “C40 Cities” dünya ekonomisinin dörtte birini temsil eden ve 650 milyonluk toplam nüfusu olan yaklaşık 90 megakentin liderliğini birleştiriyor. Misyonu, eşler arası kentsel planlama, “akıllı şehir” altyapısı geliştirme ve iklim değişikliğine hazırlık sağlama.
Akıllı Teknolojilere 41 Trilyon Dolar
“Akıllı” elektrik, ulaşım ve su dağıtım şebekelerinin benimsenmesi, daha kompakt kentsel tasarım ve yenilenebilir enerji kullanımı, 2050 yılına kadar sekiz gigaton karbon azalımı sağlayabilir. Bu, mevcut emisyonların yüzde 40’ı demektir. Küresel olarak, şehirler önümüzdeki yirmi yıl içinde akıllı teknolojilere 41 trilyon dolar harcama yolunda ilerliyor.
Belki de Covid-19’dan öğrendiğimiz ve öğrenmekte olduğumuz iş derslerinden daha iyi bir örnek aramaya gerek yoktur. Bunlardan ilki elbette pandeminin başlangıcında iki ilaç firmasının yaptığı çalışmalardı. Almanya’da bir Türk göçmen tarafından yönetilen BionTech ve Amerika Birleşik Devletleri’nde bir Yunan göçmen tarafından yönetilen Pfizer. İkili, bir iş anlaşması bile yapmadan iş birliğini başlattılar. Bilim adamlarına hayat kurtaran bir aşıyı laboratuvar deneyi aşamasından hastanın koluna sadece 10 ay içinde ulaştırma yetkisi tanıdıklarından detayların bekleyebileceğine karar verdiler. Aşı geliştirmede bundan önceki rekor beş yıldan fazlaydı. Ve Covid-19’un sürmekte olan tüm yıkımına rağmen, pandemi dünyaya uzaktan çalışmayı öğretti. Birleşmiş Milletler’e göre geçen yıl küresel sera gazı emisyonlarında kaydedilen en büyük düşüşün ana nedeni olan bu değişim sayesinde kaydedilen azalma 2.4 milyar ton veya yüzde 7 olarak saptandı.
Ünlü İnternet girişimcisi ve yatırımcı Marc Andreessen geçen yaz “Future” adlı çevrim içi dergisinde: “Bunun kalıcı bir uygarlık değişimi olduğuna inanıyorum. Belki de hayatım boyunca göreceğim en önemli şeydiÉ” diye yazdı. “Bunun nereye varacağını anlamak yıllar alacak ama ben son derece iyimserim.” Nihayetinde ben de öyleyim. Şu anda hâlâ İkilemler Çağı’ndayiz. Ancak Sürdürülebilirlik Çağı ufukta. Eğer oraya ulaşırsak, bu değişime öncülük edebilecek yegane adaylar olan ekonomik varlığımızın yapımcıları ve yöneticileri, girişimciler ve işletmeler sayesinde olacaktır. Hawken, “İş dünyası, bu tür bir değişiklik için yalnızca makul bir vekil değildir,” diye yazdı. “Küresel, çevresel ve sosyal bozulmayı tersine çevirecek kadar güçlü tek mekanizmadır.” İrade gösterilirse, sürdürülebilir işletmeler mevcut “İkilemler Çağımızı” İkilemler Çağı’mızı, Sürdürülebilirlik Çağı’na dönüştürebilir.