Yine gürültülü bir yerel seçim sürecini geride bıraktık. Yaklaşık bir aydır birbirlerinin sesini bastırmaya çalışan seçim otobüslerinin yerini, rutin trafik gürültümüz aldı. En çok bağıran otobüs, herhangi bir seçmeni ikna etmeyi başarabildi mi bilmiyorum ama onca gürültü arasında aslında gerçekten duyulması gereken bazı seslerin yeterince duyulamadığı, ilginç ve çekişmeli bir kampanya dönemini geride bırakmış olduk.
Yerel seçimler aslında siyaset dışı bir şeyi oyladığımız bir süreçtir. Çünkü özünde sandıklara giderek tercih ettiğimiz şey, yaşadığımız şehri beş yıllığına yönetecek bir yönetim yaklaşımı ve onun kent programıdır. Türkiye gibi politik açıdan polarize olmuş bir ortamda, adayların kent programları ne derece konuşuldu veya bu seçmenlerin ne kadar umurunda oldu, bunu bir kenara bırakıyorum. Ancak şu bir gerçek ki hızla kalabalıklaşan kentlerimizin, bir yandan büyürken bir yandan da deprem gibi, iklim değişikliği gibi, göç gibi sorunları göz önünde bulunduran bütüncül ve uzun vadeli planlamaları yapmaya ve bunları bir an önce hayata geçirmeye ihtiyacı var.
Türkiye, iklim değişikliğinden en sert şekilde etkilenen coğrafyalardan biri olan Akdeniz havzasında yer alıyor. Bunun anlamı şu; bölgemizde sıcaklıklar her geçen yıl daha da artıyor, yağışlar azalıyor, yaşanan kuraklıkla birlikte nehirler, göller ve diğer kullanılabilir su kaynakları giderek artan bir baskıyla karşı karşıya kalıyor. Tüm bu daralmaya, bir de hızla artan kent nüfusunu, büyüyen sanayiyi ve azalan ormanları da eklediğinizde, yaşadığımız kentlerin aslında en önemli ve öncelikli gündemlerinden birinin “iklim dirençlilik” olması gerektiği net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bir başka deyişle, kentlerin stratejik planlarına ve kentleşme programlarına iklim dirençliliği konusunun somut projeler ve projeksiyonlarla eklenmesi gerekiyor.
“KRİTİK ALTYAPI” FAKTÖRÜNÜN ÖNEMİ
Şehirlerin dirençliliği; sosyal, ekonomik ve ekolojik afetler gibi şoklardan kaçınabilme, bu şoklara dayanabilme ve toparlanıp kurtulabilme yeteneği olarak tanımlanıyor. Dirençli bir şehir, maruz kaldığı bir şok olayının ardından kendi kendini organize edebilmeli, gerçekleşen risklere uyum sağlayabilmeli ve ileriyi planlayıp yoluna devam edebilmeli. İklim dirençliliği ekseninde bakıldığında dirençlilik sadece olumsuz etkilere dayanma ve esneme yeteneğiyle ilgili değil, aynı zamanda bir şehri oluşturan parçaların ve toplamda tüm sistemin sürdürülebilir olmasıyla da ilgili.
Şehirlerin iklim dirençliliğinden bahsedebilmek için en önemli etken “kritik altyapı” faktörleri. Bir şehrin elektrik ve gaz alt yapısı, su ve kanalizasyon sistemi, toplu taşıma ve ulaşım ağı, binalar ve dijitalleşme altyapısının gelecekte öngörülen tüm riskli senaryolara ve şoklara direnebilecek ve göreceği hasarlardan sonra hızlıca toparlanabilecek şekilde planlanması gerekiyor. Belki de yerel seçim kampanyaları boyunca en çok konuşulması gereken konulardan biriydi bu, ancak ne kadar gündeme gelebildi, sizlerin takdirine bırakıyorum.
Bir diğer etken “çevre” faktörleri. İklim değişikliği nedeniyle sayısı artan ve şiddetlenen sel, fırtına, yangın gibi afetlere hızlıca yanıt verebilecek planlı bir afet yönetimi, çevresel tahribatın önüne geçecek bir çevre yönetim sistemi ve sürdürülebilir bir ekosistem yaratabilmek için yapılan karbonsuzlaşma faaliyetleriyle insanlar için daha yaşanabilir bir ortamın sağlanması, çevresel sürdürülebilirlik ve iklim dirençliliği için alınması gereken önlemler olarak öne çıkıyor.
Bir şehri dirençli kılan diğer bir unsur “sosyal ve kurumsal” faktörler. Güçlü kurumlar yaratmak ve bunları her daim fonksiyonel tutabilmek, şehirler için hayati derecede önemli. Kriz ve şok anlarında organizasyon kabiliyetini kaybetmeyen, eğitimli ve hazır bir insan kaynağına sahip kurumların varlığı, şehirleri risklere karşı daha dirençli kılıyor. Ayrıca birlikte hareket edebilme kültürü, acil durumlarda yardımlaşabilme yatkınlığı, kentlilik ve hemşehrilik bilinci gibi sosyal ve kültürel etkenler de şehirlerdeki sosyal dirençliliği yükseltiyor. Dolayısıyla kentleri yöneten belediyelerin, kültürel olarak insanları birbirine yakınlaştıracak faaliyetleri ve sosyal alanları da iklim dirençli kent planlarına dahil etmesi çok önemli.
İklim dirençliliği için bahsedilmesi gereken bir diğer önemli faktör ise “ekonomi.” Bir şehrin dirençliliği; altyapı, çevre ve sosyal kurumların sürdürülebilirliğinin sağlandığı elverişli bir ekonomik ortamın olması ve yeni yeşil yatırımlar ve sürdürülebilir sistemlerin hayata geçirilebilmesi için gerekli finansman mekanizmalarının var olmasına bağlı. İlaveten güçlü ve kapsayıcı sigorta sistemleri, nitelikli iş gücünün eğitim ve istihdamla desteklenebildiği sürdürülebilir insan kaynağı yapısı, ani gelişebilecek krizlere hızlı çözümler üretebilecek yenilikçilik yeteneği de diğer önemli ekonomik unsurlar olarak ön plana çıkıyor.
ŞEHİR DİRENÇLİLİĞİ YERİNE SİYASET KONUŞMAYI TERCİH ETTİK
Yerel seçimlerde adaylar bu konuları ne kadar gündeme getirebildi veya biz onları ne kadar dinledik? Aslında adayların programlarını ve yerel yönetim vaatlerini incelediğimde hepsinin farklı boyutlarda bu sorunları öngördüklerini ve bununla ilgili planlamaları, vaatlerine ve programlarına aldıklarını gördüm. Ancak iklim krizi, göç ve deprem gibi risklerle karşı karşıya olduğumuz bu kırılgan coğrafyada, maalesef şehirlerin dirençliliğine yönelik program ve projelerden çok yine her zamanki gibi siyaset konuşmayı tercih ettik.
Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’na göre, dünya nüfusunun yüzde 55’inden fazlası şehirlerde yaşıyor ve 2050 yılına kadar bu oran yüzde 70’e ulaşacak. Bu da şehirleri, 21’inci yüzyıl risklerine ve belirsizliklerine uyum sağlama yeteneğinin tam ortasına yerleştirecek. Bir başka deyişle, insanlığın kaderini şehirlerin direnci tayin edecek.