Dünya bir yandan büyük bir salgın krizinden çıkmaya çalışırken, insanın doğa üzerindeki etkisi hız kesmeden sürüyor. Gezegenimizin yaşam destek sistemleri alarm veriyor. Küresel Ayak İzi Ağı’na (GFN) göre, dünyanın 2022 yılında ürettiği yenilenebilir kaynakları Temmuz sonunda tükettik ve gelecek yıldan borç almaya başladık bile. Dünyanın nabzını tutan uluslararası kuruluşlar doğa kaybının alarm verici düzeyde olduğunu gösteriyor. Hükümetlerarası Biyolojik Çeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Bilim ve Politika Platformu’nun (IPBES) 2019’da yayımladığı rapor, dünya genelinde bir milyon canlı türünün tehdit altında olduğunu ortaya koyuyor. WWF’in (Dünya Doğayı Koruma Vakfı) Yaşayan Gezegen Raporu da, omurgalı canlı popülasyonlarının 1970-2016 yılları arasında, ortalama yüzde 68 azaldığını gösteriyor.
İklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı ve kirlilik, Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerini (SKH), sosyal, ekonomik ve çevresel bakımdan etkilemeye devam ediyor . Dünya genelinde milyonlarca yıldır görülmemiş bir doğa kaybı yaşanıyor. Doğanın ekonomiye katkılarının bariz bir şekilde göz ardı edildiği bir ortamda gıda, kaynak ve enerji üretimi ile tüketimindeki bu sürdürülemez gidişin, ekosistemleri çökme noktasına getirdiği sık sık dile getiriliyor. COVID-19, doğayla yanlış ilişkimizin ve kırılganlığımızın canlı bir uyarıcısıydı. Doğa ile insan sağlığı ve refahı arasındaki derin bağlantıyı ve biyolojik çeşitlilik kaybının sosyal ve ekonomik istikrarı nasıl tehdit ettiğini ve SKH’yi nasıl etkilediğini bu sayede görmüş olduk.
Kuşkusuz doğa, SKH’lara ulaşma yolunda kilit role sahip. Dengeleri bozulmuş ve yaşanamaz hâle gelmiş bir dünyada gelişmeden de söz edilemez. Hava, su, gıda ve enerji gibi insan için gerekli tüm yaşamsal kaynakları sağlayan doğa aynı zamanda, SKH’lara ulaşma yolunda karşılaşılan zorluklara karşı toplumsal, ekonomik, yönetsel ve çevresel çözümlerin geliştirilmesinde de önemli rol oynuyor. Örneğin, ağaçlandırma, iklim değişikliğinin hafifletilmesine katkı sağlıyor; çünkü ağaçlar atmosferdeki karbondioksiti tutararak depoluyor. Agro-ekolojik sistemlerin çeşitlendirilmesi geçim kaynaklarını artırırken iklim değişimine karşı dayanıklılığı yükseltiyor.
Tartışmasız sürdürülebilirlik, korunan ve korunmayan tüm doğal alanlarda gözetilmesi gereken bir durum. Tarım, balıkçılık, ormancılık gibi ürün hasat edilen ve alan/kaynak kullanan tüm sektörlerde ve alanlarda bu ilkenin uygulanması esas. Bununla birlikte burada, barındırdıkları biyolojik çeşitlilik, destekledikleri iklim ve su rejiminin yanı sıra diğer işlev ve değerleri ile birer doğa hazinesi olarak kabul edilen, korunan alanların sürdürülebilirliğe katkıları ile dünyadaki ve ülkemizdeki güncel durumuna odaklanacağız.
YENİ BİR BAŞLANGIÇ YAPMAMIZ ŞART
Dünya genelinde, milli park, doğa rezervi gibi farklı isimlerle karşımıza çıkan, amaç, hedef ve işleyiş açısından geniş bir çeşitlilik gösteren korunan alanlar genel olarak; “bilimsel veya toplumsal kabul görmüş doğal ve kültürel değerlerin, özellikle biyolojik çeşitliliğin uzun vadede varlığını sürdürebilmesini sağlamak amacıyla belirli yasal düzenlemelere göre ayrılan ve yönetilen kara veya deniz parçaları” olarak tanımlanıyor. Yalnızca tehlike altındaki yabani bitki ve hayvan türlerinin değil aynı zamanda canlıların içinde yaşama olanağı bulduğu ekosistemlerin korunması için bilinçli çabaların ve planlı eylemlerin gerçekleştirildiği yerler olan bu alanlar, doğal arazi yapısının insan eliyle büyük ölçüde dönüştürüldüğü günümüz dünyasında elimizde kalan son doğal kaleler.
Normal koşullarda yoğun kullanıma maruz alanlarda (tarım alanları, monokültür plantasyonları, balık çiftlikleri) varlığını sürdüremeyecek nadir ve tehlike altındaki türler ile ekolojik süreçlerin (karbon ve su döngüsü, türlerin göçleri) devamına yardımcı olan korunan alanlar, gerek insan yaşamının devamı gerekse parçası olduğumuz ekolojik sistemin istikrarlı bir şekilde sürdürülmesini sağlayan birçok işlevi yerine getiriyor.
- Destekleyici Hizmetler: Toprak oluşumu, besin döngüsü gibi ekosistem süreçleri ile tohumların yayılması, türler arası ilişkiler gibi yaşam döngüsünün ve biyo-çeşitliliğin (gen, tür, habitat) korunması.
- Tedarik Hizmetleri: Gıda, su, lif, tıbbi ve kimyasal ürünler ile genetik kaynakların üretimi.
- Düzenleyici Hizmetler: İklimin belirli bir düzen içinde seyretmesi, doğal afet risklerinin kontrolü, toprak, su ve havanın temizlenmesi, su akışlarındaki düzenin korunması, bitkilerin tozlaşması.
- Kültürel Hizmetler: Rekreasyon, eğitim-araştırma, ruhsal sağlık, kültürel, estetik ve manevi değerler.
Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin 1992 yılında (Rio) kabul edilmesinden bu yana konulan hedefler ve o zamandan bu yana gösterilen çabalar, doğadaki yok oluş sürecini ve biyoçeşitlilik kaybını bir miktar frenlemiş olsa da düşüş eğilimini tersine çevirmeye yetmedi. Örneğin, sözleşme kapsamında 2010 yılında kabul edilen ve korunan alanların, karasal ekosistemlerde yüzde 17’ye, deniz ve kıyılarda yüzde 10’a çıkarılmasını öngören 2020 hedefleri de (Aichi Hedefleri) ne yazık ki gerçekleştirilemedi. Bu olumsuz gidişi durdurmak üzere 2030 için konulacak yeni 10 yıllık hedefin çok daha iddialı (yüzde 30) olması gerekiyor. Nitekim, 2021 Ekim ayında Çin’de (Kunming) birinci bölümü yapılan ve Aralık ayında Kanada’da (Montreal) tamamlanacak olan BÇS 15. Taraflar Konferansı’nın en önemli konularından biri de bu.
Oysa 2019 IPBES Raporu, süregelen biyoçeşitlilik kaybının, yoksulluk, açlık, sağlık, su, şehirler, iklim, denizler ve toprakla ilgili SKH’larına yönelik ilerlemeyi de önemli ölçüde sekteye uğratacağını ortaya koyuyor. Doğa kaybı ve ekosistemlerin bozulması, gıda sistemlerimize ve ekonomik yaşamımıza vurduğu darbe ile hepimizi etkiliyor. İçinden geçtiğimiz dönem, doğanın farkına vararak dünyamızı yeniden iyileşme yoluna koymak açısından tarihi bir dönüm noktası olabilir. Doğa ile insanın birlikte varoluşunu sağlayacak daha sürdürülebilir bir dünya hayalini gerçekleştirebilmemiz içinse “yeni bir başlangıç” yapmamız şart.
Bilim insanları, bir yandan doğal kaynaklardan sürdürülebilir bir şekilde yararlanırken (tarım, ormancılık, balıkçılık, hayvancılık, enerji) dünyanın sağlıklı işleyişini sağlamak için karasal ve denizel ekosistemlerin en az üçte birinin (yüzde 30) koruma altına alınması ve bu alanlarda her şeyin doğal dinamikleri içerisinde işlemesine izin verilmesi gerektiğini söylüyor.
“DOĞA POZİTİF” BİR GELECEK İMKÂNSIZ DEĞİL
1970 yılında dünya genelinde korunan alanların karasal yüzeye oranı yüzde 2,6 iken aradan geçen elli yıl içinde beş kat artarak 2020 yılında yüzde 13,2’ye ulaştı. Hâlen AB ortalaması yüzde 25,9 olan korunan alanların ülke yüz ölçümüne oranı, Polonya, Almanya, Yunanistan gibi ülkelerde yüzde 30’un üzerinde. Tür ve habitat çeşitliliği bakımından Akdeniz kuşağıdaki en zengin ülkelerden biri olan ve yüksek endemizmiyle bilinen Türkiye’de ise 2021 sonu yılı itibarıyla karasal korunan alanlarımızın toplam net büyüklüğü 5.498,140 ha ve ülke yüz ölçümüne oranı yüzde 7,04. Dünya genelinde 2000 yılında deniz koruma alanlarının kapladığı toplam yüz ölçümü yaklaşık 2 milyon kilometrekare iken (okyanusların yüzde 0,7’si), günümüzde 30 milyon kilometrekareye (yüzde 8,13) yaklaştı. Türkiye karasularının ise yaklaşık yüzde 5,88’i yasal koruma alanı statüsüne sahip.
Biyoçeşitlilik Sözleşmesi çerçevesinde 2010 yılında Japonya’da belirlenen Aichi 2020 Hedefleri dünya üzerindeki kara alanlarının yüzde 17’sini, deniz ve kıyı alanlarının ise yüzde 10’unun korunmasını öngörüyordu. 2018 yılında BM Çevre Programı ve IUCN tarafından yayımlanan bir rapor (Protected Planet 2018), dünya genelinde karasal alanların yüzde 15 oranında koruma altında olduğunu ancak mevcut korunan alanların bütün önemli biyoçeşitlilik alanlarını (sıcak noktalar) kapsamadığı için koruma kalkanından yoksun olduğunu ortaya koyuyor. Net doğa kaybına son vererek 2030’da yeniden artıya geçmek için WWF, WBCSD, GEF, WCPA, CI, Climate&Sustainability gibi küresel kuruluşların talebi ise yüzde 30.
WWF-Türkiye tarafından 2021’de yayımlanan “Sürdürülebilir Bir Türkiye İçin Korunan Alanlar / Hedef: 2030’a Kadar %30” başlıklı rapora göre Türkiye korunan alanların günce durumu şöyle özetleniyor:
• Mevcut korunan alanlar ağımız Türkiye’nin sahip olduğu zengin tür, habitat ve ekosistem çeşitliliğini temsil etmek için yetersizdir.
• Mevcut mevzuat ve kurumsal yapı ile ilişkili yetki çeşitliliği kurumlar arasında eşgüdümü zorlaştırmaktadır.
• Korunan alanlarda sık sık yapılan statü değişiklikleri doğa ve insanın sürdürülebilir geleceği açısından risklidir.
• Korunan alanlarımızın madencilik, enerji gibi amaç dışı kullanımlara maruz kalması olumsuz sonuçlara yol açmaktadır.
• Korunan alanlarımızın idari altyapısı, mali kaynakları ve kurumsal kapasitesi evrensel düzeyde etkin korunan alan yönetimi için yeterli değildir.
Sonuç olarak, doğa kaybı alarm verici düzeyde olsa da “doğa pozitif” bir gelecek için imkânsız değil. Bunun için “adil” ve “karbon nötr” bir ekonomiye geçerken dünyamızın değerli ekosistemlerini de en geniş ölçekte ve en iyi şekilde korumamız gerekiyor. Çünkü insanın esenliği, doğanın sağlığına bağlı. Doğayı geri kazanmak ve ormanlar, denizler, akarsular gibi doğal ekosistemlerin geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaşmasını önlemek için bilime dayalı, iddialı hedefler belirleyerek o yolda ilerlemekten başka çaremiz yok. SKH çerçevesinde iklim ve biyoçeşitlilik için yeni hedeflerin ve eylemlerin belirleneceği bu yeni dönemde kamu, iş dünyası ve sivil toplum olmak üzere tüm taraflar arasında iş birliği kritik. Zira içinden geçtiğimiz 10 yıl içinde atacağımız adımlar önümüzdeki yüzyılları şekillendirecek. Dünyayı, insan-ekonomi-doğa uyumu ile yaşanabilir bir gezegene dönüştürmek için bu belki de son şansımız.