Akbelen’de büyük bir yıkıma şahit olduk. Kocaman bir habitat, bu habitat içerisinde yaşayan binlerce ağaç, bitki, hayvan, toprak, su, temiz hava insan eliyle bilerek ve isteyerek yok oldu. Yok edilen her bir habitat öncelikle üzerinde yaşadığımız dünyanın, sonrasında da dünyada bulunduğu ülkenin, coğrafi konumuyla o bölgenin, insanların ayrılmaz bir parçasıdır. Aynı hava ya da toprak gibi dünyadaki tüm canlıların ekosisteminde varlığını sürdürmesi gereken bütünün bir parçasıdır. Bu bütünden bir parçasını çekip almak tüm dünyanın ve üzerinde yaşayan canlıların ekosisteminde yara açmak demektir. Bu nedenledir ki dünyada yaşamın devamlılığını sağlamak, ekosistemde birbirine bağlı her bir zincire sahip çıkmak ve korumak için gerek uluslararası gerekse ulusal boyutta yasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu yasal düzenlemelerin çıkış noktası da tam olarak insan eliyle yapılacak müdahalelere düzenleme getirerek, en temel hak ve özgürlük olan yaşama hakkını koruma altına almaktır. Her bir ulusa ait insanın bu dünyaya, yaşadığı topraklara, doğaya tüm canlılara karşı bireysel ve birlikte yaşama hakkından kaynaklı sorumluluğu bulunmaktadır. Bu sorumluluğumuzun sınırları da hukukun emredici kuralları vasıtasıyla kesin olarak çizilmiştir. Bu öyle bir düzendir ki, kendi yaşamanı korumak için yasal düzenlemeler yapan insanlık, aynı yasal düzenlemelere, yine kendi karar ve eylemleriyle karşı gelebilmektedir. Söz konusu yasal düzenlemelerin yaşadığımız doğayı koruyamadığını gördüğümüzde ise adalete olan inancımız, toplumsal değerlerimize olan bağlılığımız ve yaşama olan saygımız da zarar görmeye başlamaktadır. Akbelen Ormanı’nda yaşanan yıkım da aynı şekilde Anayasa’ya, uluslararası anlaşmalara ve bir zincir hâlinde yaşama hakkımızla birlikte toplumsal düzenimize dair birçok alanda geri dönüşü mümkün olmayan yaralar açmıştır.
Yazının tamamına Sürdürülebilir Üretim dergisinin 12. sayısından (Eylül-Ekim 2023) ulaşabilirsiniz.