İklim değişikliğini önlemek için uluslararası boyutta ortaya konan Avrupa Yeşil Mutabakatı ve Paris İklim Anlaşması insanlığın geleceği için kilit bir role sahip. Her iki anlaşmayla ilgili değerlendirmelerde bulunan Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nden Prof. Dr. Ali Kerem Saysel, Paris İklim Anlaşması’nın Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) altında, bugün geçerli tek küresel anlaşma olduğunu hatırlamak gerektiğine vurgu yapıyor. Bardağın dolu tarafından bakıldığında iklim değişikliği konusunda küresel kapsayıcılığı bulunan Paris İklim Anlaşması’nın bardağın boş tarafından bakıldığında küresel fon oluşturma açısından sıkıntı oluşturduğunu söyleyen Prof Dr. Ali Kerem Saysel ile Avrupa Yeşil Mutabakatı ve Paris İklim Anlaşması’nın iç yüzünden iklim krizine, döngüsel ekonomiden sürdürülebilir kalkınmaya kadar birçok konuyu konuştuk.
Küresel yüzey sıcaklığındaki artışların 21. yüzyılın sonuna kadar 2-4.5 °C arasında olması öngörülüyor. Bu senaryonun gerçekleşmemesi için uluslararası boyutta önlem alma amacıyla kabul edilen Paris İklim Anlaşması’nı ve Avrupa Yeşil Mutabakatı’nı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Küresel sıcaklıkların yüzyıl sonuna doğru ne ölçüde değişeceği, medeniyetimizin iklim krizi karşısında üreteceği cevaba ve yeryüzünün geri besleme döngülerinin ne yönde ve ne şiddette çalışacağına bağlı. Yüksek sera gazı salımlarına dayalı ve aynı zamanda pekiştirici döngülerin de varlığını esas alan kimi senaryolara göre yüzyıl sonunda 4.5 °C’nin epey üzerinde sıcaklık artışı pekâlâ mümkün görünüyor. Diğer taraftan bilim dünyasının iklim değişikliğinin etkilerini yönetilebilir sınırlar içinde tutacak salım ve konsantrasyon sınır değerleri hakkındaki uyarılarıyla, bu sınır değerleri sağlayacak sosyo-ekonomik değişimi harekete geçirebilecek mevcut teknik ve politik araçlar arasındaki denge, bizi küresel bir hedef olarak 2 °C sıcaklık artışına kilitlemiş vaziyette.
Bilindiği gibi 2015 tarihli Paris İklim Anlaşması’nın hedefi, küresel sıcaklık artışını 2 °C ile hatta 1.5 °C artışla sınırlamak için gerekli çabayı göstermek. Paris İklim Anlaşması hakkında yorumda bulunurken bunun Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) altında, bugün geçerli tek küresel anlaşma olduğunu hatırlamak, küresel iklim politikalarına yön veren temel bir kuvvet olduğunu kabul etmek gerekiyor. Paris’in göz dolduran 1.5-2 °C hedefi; küresel kapsayıcılığı, iklim adaleti için tesis etmeye çalıştığı küresel iklim fonu, ayrıca örneğin bu yıl Glasgow’daki COP 26’da görüldüğü şekilde “kömüre veda ittifakı” gibi inisiyatifler için sağladığı zemin onun önemini artırıyor. Bunlar bardağın dolu kısmını oluşturuyor. Diğer taraftan Paris’e katılmış olan ülkelerin ulusal olarak belirledikleri niyet beyanları ve karbon nötr olmak için verdikleri tarihler 2 °C hedefiyle bağdaşmıyor. Adil bir küresel azaltım ve uyum programı için gerekli olan küresel fon bir türlü toplanamıyor. Dahası bu yetersizlikler herhangi bir yaptırım rejimine de tabi tutulamıyor. Bunlar da bardağın boş kısmı.
Avrupa Yeşil Mutabakatı (AYM) ise Avrupa Birliği’ni (AB) Paris’in 2 °C hedefiyle uyumlu bir şekilde 2050 itibarıyla karbon nötr kılmayı hedefleyen bir dönüşüm programı. Ölçülebilir hedeflere ve sosyo-ekonomik politikalara tercüme edilebilecek ayrıntılara sahip. Enerji, ulaşım, imalat ve tarım sektörlerine, altyapı yatırımlarına, biyoçeşitliliğin korunmasına ve karbonsuz bir ekonomiye geçişin finansman ve sosyal adalet boyutuna ilişkin ayrıntılar içeriyor. Yeşil dönüşümde AB’ye küresel liderlik rolü biçiliyor. Yeşil Mutabakat (YM), umut verici bir belge olmakla birlikte onun da nihayetinde bir niyet beyanı olduğunu unutmamalıyız. Yeşil Mutabakat ancak AB ülkeleri bu alanda çok taraflı iş birliğine yöneldikleri ve Avrupa toplumunu bu dönüşüme ikna edebildikleri ölçüde başarılı olacaktır. Burada AB’nin Yeşil Mutabakat’a zarar verebilecek iki zafiyetine vurgu yapmak istiyorum. Birincisi, mali kriz, göçmen krizi vb. söz konusu olduğunda AB’nin bütünlüklü bir siyasi yapı olarak davranamadığını, devletlerin içe kapanma eğilimine girdiğini görüyoruz. Oysaki YM, bütünlüklü ve iş birliği içinde bir AB’nin varlığını gerektiriyor. İkincisi, benim izlenimim, YM yeşil dönüşümde sosyal devletin ve kamu finansmanın rolüne yeterli vurgu yapmıyor ve özel sektöre ağırlıklı rol biçiyor. Bu da adil dönüşüm programı hakkında şüphelere yol açıyor. Adaletin tesis edilememesi hâlinde dönüşüm programının öznesi olacak liberal hükümetlerin iş başında kalması ve ihtiyaç duyulan siyasal istikrarın sağlanması mümkün olmayabilir.
Küresel ısınma nedeniyle dünyadaki iklimler değişiyor; kuraklık, seller ve orman yangınları görülüyor. Yakın gelecekte dünyamızı ve ülkemizi başka neler bekliyor?
Yeryüzünün her yerinde sıcaklık artışı, farklı bölgelerinde yağışlarda artış veya azalma, tayfun, fırtına, kuraklık, ısı dalgaları gibi aşırı iklim olaylarının sıklığının ve şiddetinin artması bekleniyor. Küresel planda buzulların erimesi, kıyı şeritlerinin deniz suyu tarafından istilası, okyanus asitleşmesi ve denizsel, karasal biyoçeşitlilik kayıpları, gözlenen ve beklenen etkiler arasında. Ülkemizde beklenen genel kalıp; ısınma, kuraklaşma ve aşırı iklim olayları şeklinde. Tatlı su havzalarının küçülmesi, bitki türlerinin göçü, tarımsal üretimin verimsizleşmesi, ormanların yangınlara karşı daha kırılgan hâle gelmesi beklenen etkiler arasında. Ayrıca kentleşmiş alanlarda aşırı iklim olaylarına bağlı sistemik riskler de artıyor; sel ve ısı dalgalarını bu riskler arasında sayabiliriz.
Ülke politikaları iklim değişikliğini ağırlıklı olarak “azaltım” üzerinden değerlendiriyor. Karbon emisyonlarını sera gazı salımını azaltmak üzerine sözler veriliyor. Peki sizce iklim değişikliğinin çözümüne sadece “azaltım üzerinden bakmak doğru bir yaklaşım mı?” Uyum sağlamanın önemi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Azaltım ve uyum çok genel iki kavram; böyle bakıldığında evet, hem iklim değişikliği üzerindeki sorumluluğumuzu azaltacak şekilde fosil yakıtlardan vazgeçmeli, karasal ekosistemlerimizin üretkenliğini, karbon özümseme kapasitesini artırmalı, hem de değişen iklimlere karşı hazırlıklı olmalı, yeni koşullara uyum kapasitemizi artırmalıyız. Bunlar biri diğerinin yerine tercih edilecek türden eylemler değil. Azaltım, küresel sorumluluğun bir parçası olarak yerine getirilirken uyumun daha yerel bir eylem olduğunu söylemek mümkün. Azaltımda daima “neden ben azaltıyorum da başkası azaltmıyor?”sorusunu sorarak frene basmak mümkünken uyumda kendi öz çıkarlarımızla daha doğrudan karşı karşıyayız. Bazıları azaltımın çetin bir iş birliği sorunu olduğu ve nasıl olsa yeterli küresel azaltım yapılamayacağı fikriyle, uyumun öncelikli bir politika olması gerektiğini söyleyebilir. Bense azaltım ve uyum programları arasındaki sinerjinin anlaşılmasının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Kentlerimizde fosil bazlı ulaşımdan vazgeçerken, binalarımızı yalıtıp enerji verimliliğini artırarak aynı dönüşüm paketi içinde kentlerimizi aşırı iklim olaylarına karşı daha dayanıklı hâle getirebiliriz. Fosil bazlı elektrik enerjisi üretiminden vazgeçerken beraberinde tarım ve su kaynaklarımızı da koruyacağımız için yeni iklim koşullarına karşı uyum kapasitemizi artırabiliriz. Özetle söylemek istediğim, azaltım ve uyumu bir öncelik sonralık ilişkisi içine yerleştirmek yerine azaltım ve uyumun birbirini beslediği dönüşüm programlarına ağırlık verebiliriz.
Sürdürülebilir kalkınma konusunda Türkiye’nin izlemesi gereken yol haritası nasıl olmalı?
Sürdürülebilir kalkınma, orijin itibarıyla insan merkezli ve kuşaklar arası paylaşım ve adaleti vurgulayan bir kavram. Birleşmiş Milletler’in modern sürdürülebilir kalkınma hedefleri ise “hiç kimseyi geride bırakmamak” söylemiyle buna sosyo-ekonomik adalet boyutu ekliyor. Yani, elimizdeki doğal varlıkları, bir yandan gelecek kuşaklar için saklayıp sakınırken diğer taraftan da bugün adil bir şekilde bölüşeceğiz. Demek ki Türkiye’nin izlemesi gereken yol da bu hedeflerle uyum içinde olmalı. Oysa günümüzde biyoçeşitlilik rezevlerinden kıyı şeritlerine kadar pek çok değerli doğal varlığın yapılaşmaya kolaylıkla kurban edildiğine, bunun özel kesimlere zenginlik aktaracak şekilde, özel şirketler eliyle yapıldığına tanık oluyoruz. Türkiye’nin izlemesi gereken yol bugün izlediği yolun tam tersi olmalı diyebiliriz.
Özellikle Avrupa Birliği ülkeleri doğrusal ekonomi modelinden döngüsel ekonomi modeline geçiş süreçlerini hızlandırdı. Dünya çapında yoğun olarak işleyen bu sürece uyum için sizce ülkemizde hangi önlemler alınmalı?
Döngüsel ekonomi beşikten mezara seyreden üretim-tüketim zincirinde, doğadan devşirilen ham maddenin doğrusal olarak tekrar doğayla buluşmasına alternatif olarak geri-kazanım, yeniden-üretim, yeniden-kullanım pratiklerinin yaygınlaşmasını, bunların büyük ölçekte organizasyonunu hedefleyen bir program. Bunun gerçekleşmesi hâlinde “sıfır atık” değilse bile çok büyük oranda ham madde ve enerji tasarrufu sağlanabilir. Madde ve enerji tasarrufu ise doğaya yarar olarak dönecektir. Döngüsel ekonomi adına kolaylıkla yerine getirebilecek uygulamalar olduğu gibi inovasyon ve teknoloji gerektiren daha çetin uygulamalar da var. Örneğin kentsel katı atık yönetiminde kaynakta ayrıştırmanın yeterli yapılabilmesi, belli atıkların ham madde olarak imalatçıyla buluşturulması döngüsel ekonomi yönünde atılacak görece kolay bir adımdır. Tarım sektöründe ithal veya dışarıdan getirilen girdilere dayalı üretimden entegre üretime geçiş de döngüsel ekonomi yönünde bir adımdır. Diğer taraftan organize sanayi bölgelerinin birbiriyle girdi-çıktı ilişkisi sağlayacak şekilde ihtisaslaşması, ürünlerin geri kazanımın ötesinde yeniden üretilebilir ve kullanılabilir şekilde tasarlanması ve bunların geri lojistiğinin organizasyonu gibi süreçler teknik ve yönetsel inovasyon gerektirecektir.